
Zengin bir grup Amerikalı, lüks bir tatil beldesi, konumlandığı ülkenin dokusuyla uyumlu temalar, kişisel arayışlar, hesaplaşmalar ve her sezonun “gözdesi” bir cinayet. “The White Lotus”un Tayland serüveni bir kez daha “sıradanlıklarıyla” sıra dışı kıldığı karakterlerini sezon finaline adını veren “amor fati” düşüncesine yakışır biçimde yazgılarına ulaştırdı. Şaka bir yana, bu dizinin karakterlerinin Mike White’ın acımasız kader anlayışını “sevgiyle kabullenmeleri” pek mümkün görünmüyor. Çünkü dizinin yaratıcısı, derinlikli karakterler yaratmakta usta olduğu kadar onları gözden çıkarmak konusunda da pek mahir.
Her açılış sekansında olduğu gibi bir hafta sürecek macerasını su üstünde yüzen cesetlerle başlatan ve esrarını da yine bu cesetlerle su üstüne çıkaran “The White Lotus”un yeni öyküsü, Tayland’ın uçsuz bucaksız güzelliklerinin yarattığı dingin bir atmosferle açılıyor. Ancak bu yanıltıcı huzur ne seyirci ne de karakterler için uzun sürmüyor. Bir gencin meditasyonunu bozan silah sesleriyle başlayan gerilim, “Kim ölecek” sorusuyla seyircisini baş başa bırakıyor. Bu andan itibaren dizinin aşina olduğumuz motifleri, egzotik bir mutlulukla başlayan açılış jeneriğinin karamsarlığa varan dokusuyla uyumlu biçimde finale doğru ilerlerken dizinin ana temasının Batı’nın ve Batılıların Doğu’ya, inanç sistemine bakışına yönelik şekilleneceği gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Nitekim her bir kahramanın yolculuğu sezonun ruhani yönüyle de bağlantılı olarak Tanrı, din ve konformizm ekseninde kristalize oluyor.
Öyle ki bu bir grup zengin, kasıtlı olarak cahil oldukları ima edilen -veya yüzümüze vurulan-, konforları olmadan yaşayamayan, Doğu’nun maneviyatını “ilgi çekici” bulmaktan fazlasını yap(a)mayan, yaparsa da Frank’in (Sam Rockwell) sezona damgasını vuran monolog sahnesi kadar ileri gidebilen insanların bir araya geldiği ortamda yaşanan olaylar ve her birinin kaderi yine birbiriyle örüntülü şekilde ilerliyor. Birbirine çok benzeyen ama Donald Trump’a oy verenle vermeyen arasındaki -dizideki- belli belirsiz çizgi kadar birbirine uzak bireylerin dünyası bu. Ve satirle bezeli bu antoloji serisinin özü artık yalnızca sınıfsal ayrımlarla sınırlı kalmıyor, politik farklılıklar da yavaş yavaş öyküye kökleniyor.
KONFORUN ÖNEMİ
Maddi uçurumun eşiğinde baba Timothy (Jason Isaacs), ilaç bağımlısı anne Victoria (Parker Posay) -ki bence bu sezonun yıldızıydı- ile kendini bulmaya çalışırken ailesini Tayland’a sürükleyen Piper (Sarah Catherine Cook), parti yapmak konusunda Frank’e rakip olacak kardeşler Saxon (Patrick Schwarzenegger) ve Lochlan’dan (Sam Nivola) mürekkep Ratliff ailesi tüm konforunu kaybetmeden hemen önce son tatillerinin tadını çıkarırken ironik biçimde “aile olmaktan önce” konforun önemini kavrıyorlar. Yıllar sonra bir araya gelerek toksik arkadaşlıklarını iyileştirmeye çalışan üç arkadaştan, oyuncu Jaclyn (Michelle Monaghan), yeni boşanmış avukat Laurie (Carrie Coon) ve ev hanımı Kate (Leslie Bibb) entrikalarla süslenmiş görünen serüvenlerini bir parça basmakalıp şeklinde tamamlıyorlar. Nefis karakter yaratımları ve yorumlarıyla Rick (Walton Goggins) ve Chelsea (Aimee Lou Wood) çifti ise bu üçlünün yarattığı boşluğu dolduruyorlar. Yin ile yang gibi olduklarını ve birbirlerini iyileştirdikleri için ebediyete dek birlikte olacaklarına inanan Chelsea ile geçmişiyle barışmaya çalışan karanlığıyla gizemli Rick, sezonun Victoria ve Frank’le birlikte en çekici karakterlerine dönüşüyor.
Öte yandan, öncekilerde olduğu gibi anlatının çatışmasını destekleyen/kırılıma yardımcı olan bir otel müdürü figürü bu sezonda yoktu veya sönük kalmıştı. Ancak ilk sezondan tanıdığımız ve sonunda olmak istemediği kişiye dönüşerek tümüyle bir “White Lotus karakteri” olan Belinda (Natasha Rothwell) ile Budist inançlarıyla örtüşmeyen bir evrim yaşayan Gaitok’un (Tayme Thapthimthong) yozlaşmaları dizinin dikenli hicvini keskinleştirmeyi başardı.
Sonuçta “The White Lotus”, birbirine düğümlenen eğlenceli olay örgülerinin ötesinde, zengin bir karakter portresi geçidi. Her sezon bizi yepyeni, sahteliğiyle gerçek, yozlaşmışlığıyla inandırıcı kahramanlarla tanıştırıyor ve tam da bu yüzden her biri hafızalara kazınıyorlar. Victoria’nın dediği gibi yine unutulmaz bir “Tayvan” yolculuğu oldu!
Puanım: 8/10