Türkiye onu en çok, “Kayıp Şehir” ve “Poyraz Karayel” dizilerindeki performansıyla tanıdı. Ardından “Kayıp”, “Son”, “Secrets”, “Öğretmen”, “Dip”, “Kara" gibi birçok Türk dizisinde pek çok karaktere hayat verdi. 2014’te “Silsile” filmiyle sinemaya adım attı. BBC’nin “The Serpent”dizisinde bir bölüm başrollüğü üstlendi. En son 22 ülkede izleme listelerinde bir numarada yer alan İspanyol yapımı “La pasión turca”da başrolde oynadı.
Oyuncu ve müzisyen İlker Kaleli, bu yıl 61’incisi düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın jürilerinden.
Kaleli’yle Altın Portakal’ı, Türkiye’deki ve dünyadaki dizi sektörünün gelişimini, ifade özgürlüğü meselesini konuştuk.
Türkiye’nin en uzun süreli, en prestijli film festivallerinden Altın Portakal’ın jüri üyesisiniz. Öncelikle bu teklif nasıl geldi ve nasıl dahil oldunuz?
Düzenleme komitesi menajerime ulaşmış, böyle bir istekleri olmuş. Mutlu oldum tabii. O dönem görüşmekte olduğum birkaç proje vardı. Henüz adı konmamıştı. Altın Portakal'ın da bu anlamda bir parçası olmak istediğim için jüri üyeliğini kabul ettim.
‘GÖLGELENMEMELİ’
Geçen yıl yaşanan tartışmaların üzerine, kabul etme aşamasında bir çekince yaşadınız mı?
Hayır, hiç yaşamadım. Altın Portakal çok köklü bir festival. Uzun yıllardır devam eden, Türk sinemasına birçok isim, yeni film, yeni anlatım üslupları kazandırmış, yurtdışında da saygı gören, rağbet gören bir festival. Her festivalin, her organizasyonun tarihinde bir şeylerin aksadığı, bir şeylerin yanlış anlaşıldığı ya da yanlış ifade edildiği, bazen gerilimlerin, yaşandığı, çatışmaların yaşandığı dönemler olmuştur. O anlamda, bir iki yaşanmış tatsızlığın, markalaşmış bir festivali gölgelemesi söz konusu değil. Yıllardır sürekli olarak yaşanan bir sorun olsaydı, tabii ki dönülüp bir bakılması gerekirdi. Her olayın iç yüzü vardır. Hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değil. İçeride ne yaşandığını içeride olanlar bilir. Bunun dışındaki her şey spekülasyondan ibarettir benim için. Ama burada önemli olan tek şey, Altın Portakal gibi bir festivalin, baskı, sınırlama, sipariş üzerine konumlanmayacağı, pozisyon almayacağı ve duruşunu değiştirmeyeceğidir.
Bakanlığın müdahalesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sipariş dememin sebebi o. Bakanlığın görevi, kendisine göre uygun koşullar oluştuğunda bir filmi desteklemek, kendisine göre uygun koşullar oluşmadığında desteklememek değil. Bu ülkemizin en önemli festivallerinden biri. Onu da işin organizatörlerine, işi bilenlerine teslim edilmesi doğru olur.
‘SORUN BÜYÜK’
Türkiye’de raporlarla da sabitlenen bir “sanatsal ifade özgürlüğü” sorunu var. Sansür ve otosansür, üretim içerisindeki her kişi için büyük bir problem değil mi?
Derin, uzun, hepimizin uzun yıllardır maruz kaldığı bir konu. Konuyu yalnızca burada sanatla sınırlamamak gerekir. Genel olarak ifade özgürlüğü konusunda bir sorun var. Sanat dediğimiz şey her toplumda kendi kimliğini yansıtan, o kültürden doğan, o kültürün ihtiyaçlarına, yaşamına, geleceğine ışık tutan bir mefhum. Sanat, sadece sanat olsun diye yapılan bir şey değil. Herhangi bir şeyden yana taraf tutmak, herhangi bir gerçekliğin veya hayal gücünün bir kısmını baskılayıp bir kısmını görünür kılmak değil. Sanatın tanımına aykırı olan bir şey. Öyle olan şey, olsa olsa propaganda olur.
Peki genel anlamda sanatın dünyada geldiği yeri nasıl görüyorsunuz?
Dünyaya baktığım zaman, yalnızca Türkiye’ye özgü bir şey değil, dünyada müzik ve görsel sanatlarda bir gerileme var. Bunu neye göre söylüyorum, bilimle yan yana koyunca söyleyebiliyorum. Sinemayı saymazsak, bilimin 100 yılda katettiği mesafenin onda birini katetmedi sanat son yüzyılda. Bir yerlerde bir problem var. İster kapitalizm deyin, ister teknolojinin yön verdiği toplumlara dönüşmemiz deyin. Sosyal medya ve telefona bağımlılığın insanların gerçeklik algılarını nasıl etkilediğini, nasıl biçimlendirdiğini ve sanattan ne talep edecekleri konusunda ne kadar eksik kaldıklarını ortaya çıkardı bence. 60-70 yıl önce bir oyuna, bir konsere gittiğiniz zaman, bir şiir, roman okuduğunuz zaman ortalama bir yurttaş onun kalitesini aşağı yukarı hissedebilecek ve tartabilecek durumdaydı. Şimdi artık insanlara, ne veriliyorsa onu aldıkları bir dönemdeyiz. Sanata olan ihtiyacın yerini eğlence kültürü almaya başladıysa sorun büyük.
‘ÖZENTİLİĞİ BIRAKMALIYIZ’
Altın Portakal’ın basın toplantısında şöyle bir cümle kurmuştunuz: “Artık ülkelerin sınırlarının, ekonomik ve askeri güçten çok, kültürel olarak en güçlünün belirlendiği bir çağdayız” demiştiniz. Biraz deşsek bu cümleyi, tam olarak ne söylemek istediniz?
Bunun çok örneği var. En yakın örneği müzikten verebiliriz. “Rap müzik” bile arabeskin yerini almaya başladı. Rock müzik öldü ölecek, uzun zamandır can çekişiyor.
Bizim geçmişimizde ABD’nin yaşadığı gibi köle tacirliği üzerine medeniyet inşa etme gibi bir kültürümüz yok. Orada ezilen, öteki olmuş ve dışlanmış tarafın, kendi içerisinde cazı, blues’u, “rhythm and blues”u yaratması ve sonrasında da hip-hop/rap’e evrilen bir ifade bulması onlar açısından çok mantıklı ve orijinal. Form olarak onu alalım, tamam. Ama senin kültürün neydi, Buranın müziği neydi? Buranın şiiri neydi, şairi kimdi? Bu coğrafyanın geçmişinde neler yaşandı? Sen kendi sesini, kendi dilini, kendi cümleni bulabildin mi? Bunları bulduysan ve bunları ilerletiyorsan yeni kuşak olarak, yanına rap müziği de koy. Kültürel erozyona uğramak aslında böyle bir şey. Koloni ülkelerinde yaşanır böyle şeyler. Esir konumuna düşmüş ülkelerin halkları, güç olarak kendilerinden üstün olan ülkenin kimliğini benimsemek zorunda kaldı. Şu an bizim bunu neredeyse bilmeden ve gönüllü olarak yapmamız, bana çok saçma geliyor. Biraz da ayıp oluyor. Bu ülke dün kurulmadı. Bu toprakların bilinen 5-6 bin yıllık tarihi var, 10 bin yıl öncesinden kalıntılar çıkıyor. Burası öyle herhangi bir yer değil. Dışarıda mutluluk arayacağımıza, biraz dönüp içeriye bakmamız lazım. İçeride yapacak çok şey var çünkü. Her şeyden önce kendimizi öğrenmemiz gerekiyor. Ortalıkta dolanan ve pompalanan birtakım hülyalar var. Herkes olduğunun dışında birisi olmak için çok hevesli ve meraklı. Kendin olmak varken neden bir başkası olasın, biz bu patinaja nerden düştük, neden bu kadar kendimizi aşağılar olduk bir bakmak gerekiyor. Uyanmamız gerekiyor. Biraz özentiliği, cahilliği bırakmamız gerekiyor. Artık top, tüfek, mancınıkla olmuyor. Ama yine döner dolaşır eğitim sistemine, ekonomiye bağlarız, işin gideceği yer de belli zaten…
‘BİR ŞEY ANLAMADIK’
Türkiye’de en son, “Kara” dizisinde rol almıştınız ama çok kısa sürdü. Neden kısa sürdü? Reytinglerden dolayı mı?
Hayatımda ilk kez bir diziye başlayıp, sebebini bilmediğimiz bir şekilde ikinci bölümünün apar topar yayın akışından ve bütün tanıtım fragmanlarının kaldırılmasına tanık olduk. Tarih bile verilmeden alakasız bir zamanda, bütün diziler reyting yarışına 21.00’de girerken bu dizinin 22.30’da tekrar yayına sokulmasını, üstüne durduk yere isminin değiştirilmesini ilk defa gördüm. Çektiğimiz bazı sahneler de yayınlanan bölümlerden çıkartılmıştı. Biz bir şey anlamadık açıkçası. Herhangi bir açıklama da yapılmadı.
‘HİKÂYE ANLATICILIĞINI TERK ETTİK’
Türkiye dışında yabancı yapımlarda da rol alıyorsunuz. The Serpent’ta bölüm başrolü oynamıştınız. İspanyol yapımı La pasión Turca’da başroldesiniz. Yurtdışında ve Türkiye’deki dizi sektörü arasındaki farklılıkları, her ikisinde de yer alan bir aktörden dinlemek isteriz.
Nereden baktığınıza göre değişiyor. Sadece benim çalıştığım ülkelerdeki yapımlardan bahsetmiyorum. Dünya, bence teknik anlamda set konusunda bizimle yarışacak durumda değil. Biz çok daha ilerideyiz. Set matematiği, organizasyonu, çekim pratiği gibi konularda çok tecrübelendik. Bizim dizi kültürümüz hızlı tüketime dayalı. Uzun süreli dizileri çok kısa sürede çekiyoruz. Bu tabii insana muazzam tecrübe kazandırıyor. Her durumda çalışmak zorundasınız. Dünyada hiçbir ülkede diziler böyle çekilmiyor.
Bu hem iyi bir şey hem de çok kötü bir şey. Ne yapmak istediğinizle ilgili… Yurtdışında çalıştığım yapımlardaki insanlarla konuştuğum zaman, buradaki çalışma sistemini anlattığım zaman ağzını kapatamıyor insanlar. “Mümkün değil, çekemezsiniz” diyorlar, inanmıyorlar. Onların öyle bir algıları yok. Dolayısıyla aslında her sistem kendi pozitif ve negatif tarafını doğuruyor. Bu hızda dönen bir sektör tabii ki popülariteye dayalı olacaktır.
Aramızdaki en önemli faktör, zaman. Bir projeye ayrılan ön hazırlık, çekim ve çekim sonrasına ayrılan zaman ve bu zamanın nasıl kullanıldığı. Onlar bu konuda çok ileride. Yaptığımız iş ucu açık bir okyanus. Ona zaman ayırmanız gerekiyor. Bir hikâyeyi herkes farklı üsluplarda anlatır. Hikâye anlatıcılığı anlamında da ilerideler. Biz hikâye anlatıcılığını bilmeyen bir toplum değiliz. Bunu terk etmiş toplumuz. Kendi hikâyecilerimizi terk eden bir toplumuz. Biz neden Batı’dan, Kore’den, Japonya’dan format bakıyoruz. Bu bana dokunuyor, üzüyor. Bana göre kendi kültürüne ihanettir bu. Sinemada da dizide de her iyi hikâye iyi bir senaryoyla başlar. Bir ayda yazılmış senaryoyla sete çıkmakla üzerinde birkaç yıl çalışılmış senaryo arasında büyük fark var.
‘DUBLAJ İÇİN GÖRÜŞMEMİZ OLMADI'
La pasión turca’nın ilk sezonu altı bölüm sürdü. İkinci sezon gelecek mi?
Bilmiyorum. Şu süreçte herhangi bir görüşmemiz olmadı.
Dizide İspanyolca konuşuyorsunuz ama Türkçe dublajda farklı bir isim var. Siz yapmayı düşünmüş müydünüz?
İnanılmaz bir olay o. Haberim bile olmadı. Yayıncı kuruluş öyle uygun görmüş. (Gülüyor)… Oyuncunun performansı dediğiniz şeyin içinde sesi de var. Dublaj yapılıyorsa, en azından bir fikir alışverişi yapılması gerekiyor. Örneğin The Serpent’ta ulaştılar. “Siz yaparsanız çok mutlu oluruz dediler" yaptık.
Şu sıralar ne okuyorsunuz?
İki gün önce Ayşe Övür’den Botter Apartmanı’nı bitirdim. Şimdi de Tarık Tufan’dan Şanzelize Düğün Salonu’nu okuyorum.
Daha çok hangi türleri okumayı tercih ediyorsunuz?
Roman seviyorum. Şiir de başka bir konu. Romanların arasında okuyorum bazen. Şarkı yazarken falan iyi oluyor, laf lafı açıyor. Biraz daha fonetik çağrışım üzerinden, kelime akışı üzerinden ilerliyorum. Oynarken de kelimelerin anlamı, tartımı falan önemlidir. Genellikle senaryoda yazmayanı görmek için ne yazdığını iyi anlamak gerek.
Dizi, sinema… Önümüzdeki süreçte bir çalışma var mı?
Var. Yoğun bir dönem. Bayağı bir proje okuduk, okuyoruz da. Biraz zor seçiyorum. Mümkün olduğunca birbirine benzemeyen, uyutmayan ve uyandıran, derdi olan, işlerde olmayı seviyorum. Bugüne kadar da iş yapmış olmak için iş yapmadım. İlerleyen günlerde yeniden buluşacağız.